Gizli bir akşamüstü, perdelerin ardında soluk bir gölge gibi uzanan oda, yasaklı bir sırra ev sahipliği yapıyordu. Olgunlaşmamış merakı, ergenliğin fırtınalı dalgalarıyla çarpışan o bakışlar, havada asılı bir gerilimle doluydu. Bedenimin en mahrem kıvrımını açığa vururken, sesimdeki emredici tını, itaati bir zincir gibi sarıyordu etrafını. Parmaklarının titrek yaklaşımı, yumuşak dokunuşlarla keşfe çıkarken, içimde kıvılcımlar çakıyordu; bu, sadece tenin değil, ruhun da sınandığı bir anıt gibiydi. Yasaklığın cazibesi, kalp atışlarını senfoniye dönüştürüyordu, her temas bir itiraf, her nefes bir yemin. O genç eller, deneyimsiz ama aç bir arzuyla gezinirken, sınırlar eriyip gidiyordu; utançla karışık bir zevk, damarlarımda dolaşıyordu. Bu ritüel, aile bağlarının gölgesinde filizlenen bir isyan, bastırılmış dürtülerin özgürleştiği bir arena haline gelmişti. Sonunda, o dokunuşun izi, tenimde silinmez bir mühür gibi kaldı, ikimizi de sonsuz bir sessizliğe mahkûm ederek.